Seyyah

         

Göğe doğru uzanan tarihi binanın ihtişamına bakakalmıştı gözleri. Masmavi gökyüzünü, bembeyaz pamuk gibi bulutları delercesine meydan okuyordu. Tepesinde uçuşan kuşlar senkronize olmuş, çığlıklar atıyorlardı. Esen rüzgâra bıraktı kendini, yorgunluktan bîtap düşmüştü. 

Kervanda başladığı yolculuğu onu beldeden beldeye sürüklemişti. Baskılı günler geçirmiş, her seferinde başka bir seyyah olarak yollara düşmüştü. Satırlarına yenilerini ekleye ekleye bir başka diyarda bulmuştu bu defa kendini. Kıtalar aşmış, iki denizin birleştiği yere varmıştı. Gemi şehrine… 

Yorgunluğunun sızısında anımsamaya çalıştı yola düşme sebebini. Bir vakit genç seyyah kendisine, “Ta iki denizin birleştiği yere varmadıkça yahut günlerce yürümedikçe durup dinlenmeyeceğim” demişti. Sözünde durmuş, günlerce yürümüştü. Yazarlığının çıraklığında bedelden geri kalmamıştı. 

Tepesine çıktığı şehrin toprağına bıraktı bedenini. Ellerini dizlerine dolayıp kavuşturdu. Soluklarının sakinleşmesini beklerken süzmeye başladı etrafı. Boğazın önünde sıra sıra dizili kayıklara, ötesinde zıt yönlerde süzülen gemilere baktı. Arkalarında köpükten şahitler bırakarak ilerliyorlardı. Nereye gidiyordu bunca gemi, ne taşıyordu öyle diye düşünmeden edemedi…

Doyumsuz manzarası yeşilliklerle süslenmiş bu yerde biraz daha kalırsa kendini unutacağını farketti. Öyle ki bu topraklar, sadece iki denizin değil; tarihin, kavimlerin, nice insanların kavuştuğu yerde bir inciydi âdeta. Kıtaları ilmek ilmek birbirine bağlıyor; ticareti canlı tutuyordu. Şehrin siluetinin ihtişamı karşısında soluğunu önce tutup sonra yavaş yavaş bıraktı. Temiz havayla birlikte bilinci de açılınca düşüncelere daldı… 

Böylesine güzel bir şehri nasıl bir kitaba sığdıracaktı? Evet, yeni bir kitaba niyetlenmiş, buraya kadar gelmişti… Şehrin öyküsünü satırlarına öyle bir aktarmalıydı ki gerçeği anımsatmalıydı. Ayrıca okuyucular kendini bu şehrin içinde hissetmeli, hatta bir gün dayanamayıp çıkagelmeliydi. İzlediklerini zihnine satır satır dizerken, sorular yankılandı zihninde… Bu şehri almak için kim bilir, kimler, ne bedeller ödemişti? Nasıl bir öykü bırakmışlardı arkalarında? 

Çok sonra açlığını hatırladı. Sabahtan beri bir şey yememişti. “Gerçekten şu yolculuğum yüzünden yorgun düştüm…” dedi. Heybesinden, taş rengi bir beze sardığı ekmeğini çıkardı. Birkaç lokma yedikten sonra, deriden yapılmış su kabından yudumladı. Amma da acıkmıştı. Öğle vakti gelmiş, güneş iyiden iyiye sıcaklığını belli etmişti. Öyle ya, gölgesi bile neredeyse kaybolmaya başlamıştı. 

Çıktığı tepede dinlendikten sonra bir insan aramaya başladı. Yol yordam bilen, ona aradığını bulması için yardımcı olacak bir rehbere ihtiyacı vardı. Üstünü başını silkeledikten sonra yine yollara düştü. Kıyıya kadar yokuş aşağı durmadan indi. Kimsecikleri göremedi. Bulunduğu yerden birisi geçer umuduyla ağaçlıkların arasından geçip tekrar tepeye doğru çıkmaya başladı. 

Derken, geri döndüğü yerde, o kayanın yanında bir adam gördü. Yaşını başını almış, bilge birine benziyordu. Yanında heybesi ve üst üste yığdığı kitapları vardı. Parşömen kağıdına bir şeyler karalıyordu. Dikkatini çekti bulunduğu hal. Belki de bana bir şey öğretir diye heyecanlandı. Belli ki usta bir yazardı veya bir ilim sahibi… Duruşundaki soyutluktan anlamıştı. Öğrenme hevesi onu rahat bırakmıyor, yönteme ihtiyaç duyan bilinci güm güm atıyordu. Dayanamadı, usulca yanına vardı.

“Kolay gelsin usta… Ne yazıyorsun öyle?” 

“Deneyimlerimi…”

“Gezip gördüğün yerleri mi? Tüm kitaplar sana mı ait?”
 
Evet dercesine başıyla onayladı adam. Aradığını bulmuştu. Pek az konuşuyor, çok etkili bir izlenim bırakıyordu. Genç seyyah, adama:

“Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?”dedi. 

Şöyle cevap verdi: “İyi de, sen benimle beraber bulunmaya asla katlanamazsın! İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”

Genç seyyah “İnşaALLAH sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam”dedi.

O da, “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” diye tembih etti. Tamam tamam deyip aceleyle onayladı seyyah. Soru sormadan duramazdı ama bu sefer tutacaktı dilini. İhtiyaçlıydı…

Bunun üzerine birlikte yürüdüler. Kıyıya ulaşıp gemiye bindikleri zaman adam eliyle yazdığı kitaplarını tek tek yırttı. Okunamaz duruma gelince sayfalarını kopartıp denize bıraktı. Yılların emeği gitti derken, genç seyyahın tepkisi gecikmedi.
 
“İçindekileri tarihe geçmesin diye mi yırttın? Gerçekten sen çok kötü bir iş yaptın!” dedi. 

Ustası “Ben sana, sen benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
 
Sözünde duramamanın verdiği pişmanlıkla utandı. Özür dileyerek, “Unuttuğum için bana çıkışma! Gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma!” dedi. Çıraktı işte, anladı ustası onu. Gücüne rağmen merhamet etti, bir şey demedi. Düş peşime dercesine eliyle gel işareti yaptı.
 
Böylece yeniden yola koyuldular. Karaya ayak bastıklarında kalabalığın arasına karıştılar. Bir kâtipe rastladılar. Ustası kâtibin kalemini hızla elinden çekip aldı. Tek hamlede ortadan kırdı. Seyyah bunu görünce ağzı açık kaldı. Çünkü divit uçlu kalem özenle işlenmiş, mürekkebi bile nâdir bulunan cinstendi. Kalemin kıymetini bilen bir yazarın toyluğuyla, 

“Sapasağlam bir kalemi, bir kalem karşılığı olmaksızın kırdın, öyle mi?” diye çıkıştı. “Gerçekten çok korkunç bir iş yaptın sen.” dedi.
 
Usta, “Sana, benimle beraber olmaya asla sabredemezsin dememiş miydim?” dedi.

Çıraklığının da çıraklığında olan seyyah “Bunu da affet! Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam artık benimle arkadaşlık yapma! Çünkü senden bir daha özür dileyecek hâlim kalmadı” dedi. Olaylar gerçekleştikçe pişmanlığı daha da artıyordu. Ne çâre ki muhtaçtı. Bu şehirde bir başına kalamazdı. Henüz değil…

Tekrar yola devam ettiler. Nihayet bir kasabaya varıp halkından yiyecek bir şeyler istediler. Fakat hiç kimse onları ağırlamaya yanaşmadı. Girmedikleri dükkan, çalmadıkları kapı kalmamıştı. Halsizliği yetmezmiş gibi açlığı da iyice bastırmış, sabrının sınırlarında dolaşmaktaydı.

Derken orada bir kitapçı gördüler. Tozlanmış kitapların üst üste bırakıldığı kapının önünde etrafa saçılan kağıtlar vardı; ustası hemen kağıtları yerden toplayıp düzeltiverdi. Sayfa sıralarına göre koyup elinde kalan şömizli deri cilde sabitledi. Seyyah yine dayanamayıp: “Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdın” dedi. 

Usta şöyle dedi: “İşte böylece birbirimizden ayrılma noktasına gelmiş olduk. Şimdi sana bir türlü sabredemediğin o hâdiselerin iç yüzünü haber vereceğim:”

Şaşkınlık ve hayranlık belirtilerinin arasında soluğunu tutmuş, duyacaklarına hazırlamaya çalıştı kendisini…

“Önce kitaplardan başlayalım. Ardımızda yönünü kaybetmiş bir gemi daha vardı. O, geçimlerini denizden sağlayan bir takım yoksul kimselere aitti. Ben ona kasten işaret bırakmak istedim. Çünkü güzergâhları üzerinde kaybolan gemileri zorla gaspeden korsanlar vardı.”

“Kırdığım kaleme gelince, onun sahibi kâtip, sahte tariflerle dolu kitaplar yazıyor, gerçekmiş gibi anlatıyordu. Bunu bildiğinden kalemi kırınca ses de çıkaramadı. Fakat ileride insanların zihnini bulandıracak, sağlıklarını bozacak kitaplar yazmasından korktum.” 

“Sıraladığım kitap ise o şehirdeki bir gezgine aitti. Günlüğünü burada kaybetmiş, günlerdir arıyordu. Geçimini onunla sağlıyordu. Hem yazıyor hem satıyordu. Cahil kimseler, işe yaramaz diye parçalayıp atmışlar. Geri dönüp kaybettiği yerde bulsun diye toparladım. Bunların her biri zamanın asıl sahibinin ikramıdır; yoksa bunları kendiliğimden yapmış değilim.”

“İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” diye cümlelerini sonlandırdı ustası.

Sözün bittiği yerdi. Söylenmesi gerekenler söylenmişti. Ne ummuş ne bulmuştu şu şehirde. Meğer ustası onun geçtiği yollardan kim bilir kaaaç kere geçmişti... Şehirde olan bitene hâkimdi. Öğretmek istediği başka bir gerçeklikti. 

Ayrılık vakti gelince ustasının elinden öpüp vedalaştı onunla. Kendisiyle başbaşa kalınca nihâyet anlamıştı seyyah. Çıraklık, olumsuzlukla sınanan bir öyküydü. Çok bedel, az sonuç ile geçen bir süreçti. Anlamıştı ki insan bir işin çıraklığında ancak ustasını seçebilirdi. Ve insana tek soru sorma hakkı verilirdi. Ustam kim? 

Bu şehre gelmesi boşuna değildi. Yaşadığı olaylar ona bir şey öğretmek içindi…

Çıraklıkta ustaya itimat vardır. 

Başını düşüncelerinin arasından göğe doğru kaldırdı. Şimdi kendine gelmişti. Ne istediğinde netti. Her ne kadar bedeni yorgun da olsa ruhu dipdiriydi. Tüm zamanlarda, tüm mekanlarda ve tüm insanlarda faydasına olan bir ölçüye kavuşmuştu. 

Tebessüm etti. Yıpranmaya yüz tutmuş kabını çıkartıp kana kana su içtikten sonra şehrin derinliklerine dalmaya hazırlandı. Ancak şahitliklerini arttırarak kitabını tamamlayabilirdi. Satırlarının önünde uzanan rotasının dahaca başındaydı. Ustasının öğrettiği yolda ödemesi gereken bedeller onu bekliyordu. 

Mürekkebini sonraki nesillerin denizine akıtmak için ilk adımını attı. Ayakları tarihi şehri adımlarken, bilinci bir gemi olmuş, gökyüzünde süzülüyordu…

Yorum Gönder

7 Yorumlar

  1. Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  2. Kalemine sağlık hocam. Ne de güzel ders niteliğinde

    YanıtlaSil
  3. “Bu şehre gelmesi boşuna değildi. Yaşadığı olaylar ona bir şey öğretmek içindi…”

    YanıtlaSil
  4. Bir ustası olmalı insanın, çıraklığın acısından keyif aldığı....

    YanıtlaSil
  5. Hasan aytaç2 Mart 2025 12:30

    Emeğinize Kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  6. Ne güzel yazmışsınız , kaleminize sağlık..

    YanıtlaSil
  7. Rabbin yolunda gitmenin düz yolda olmaktan farklı olduğunu anlatan bir kıssa, usta çirak ahvalini anlatmak konusunda bu kadar güzel örneklenebilir. Elinize, gönlünüze sağlık.

    YanıtlaSil