Tatil bitmiş ve sonbaharın habercisi Eylül çalmıştı kapıyı. Ama her habercinin de bir habercisi olduğu gibi Eylül’ün de habercileri vardı… Yeşilden turuncuya çalan yapraklar… Hafif sisli, bulutlu bir gökyüzü… Cama vuran birkaç yağmur damlası…
Evet, dünyadaki her şey, bir sonraki şeyin haberini veriyordu...
Bu sonbahar sabahında Azra bir yandan odasının penceresinden habercileri seyrederken bir yandan da büyük gardırobunun karşısında elleri belinde “Of yaa… Giyecek hiçbir şeyim yok!” diye söyleniyordu.
Herkesin “Of ya. Tatil bitti. Yine okula gideceğiz.” diye dertlendiği bu günlerde Azra’nın derdi bambaşkaydı.
İlk gün… İlk hafta… Hatta ilk ay ne giyeceğim? Kombinim ne olsun?
Size komik gelebilir ama Azra için bu çok önemliydi. Kıyafetleri hem mevsime uygun olmalı hem de renkleri birbirine uyumlu olmalıydı. Çantası, ayakkabısı, defterleri, tokası derken kalakalmıştı seçenekler arasında…
Azra, 2. sınıf öğrencisiydi artık… Tüm derslerini verdiği içinde yaz tatilini doyasıya yaşamış ve en çok sevdiği alışverişinde dibine vurmuştu. Gittiği her yerden mutlaka bir kıyafet almış, kombinlerine yeni parçalar eklemişti…
Dolabın önünde kararsızlıktan bunalınca camı açıp mis gibi toprak kokusunu içine çekti.
Öğrendiğine göre bu sene dersler daha da yoğun olacakmış. Dolayısıyla hafta içi kütüphanede hafta sonları da gezmelerde olacaktı. Şimdiden planlar hazırdı.
Tekrar heyecanla pencere kenarından dolabın önüne geldiğinde, ‘Yahu… Ben evden her çıkışımda, kıyafete bu kadar zaman ve enerji ayırırsam derslerime nasıl yoğunlaşacağım acaba?’ diye bir sordu kendi kendine…
Neymiş efendim bu ceketin cebi varmış da almış, diğerinin kol detayı hoşuna gitmiş! O kot pantolonun birisi daha açık tondaymış, diğeri daha koyuymuş, paçası daha genişmiş. Bu çantanın sapı çok rahatmış, diğer rengini ise uyduracak bir şey bulacakmış. Şu elbiseyi çok beğenmiş de giymek için uygun ortamı bulamamış. Bir gün giyerim diye almış da o kurdelalı ayakkabıyı, ama o gün bir türlü gelmemiş…
Bunları düşünürken birden eline etiketi bile üzerinde olan tişörtü gelince “Ayy küflenecek bunlar, kaç yıl olmuş alalı, atmışım çekmecenin dibine…” diyerek sinirden gülmeye başladı. Kendisi bile kendisine dayanamamıştı artık… Eline geçen şalı hızlıca kollarına dolayıp çaresizce yatağına oturdu.
Nasıl çıkacaktı bu işin içinden?
Oturduğu yerden cama gölgesi yansıyan ağaca takıldı gözleri Azra’nın… Sararan yaprakları usulca dökülüyordu. Sanki her seferinde tutunduğu dalla vedalaşıp usulca toprağa düşüyordu.
'Ne güzel' dedi… Yaprak bile vakti gelince olması gereken şekilde veda edebiliyordu. Liseden hatırlıyordu herhalde bu bilgiyi…
Eylül ayı, bir ağacın, yeni bir bahara hazırlık aşamasının başlangıcıydı. Yenilenmesi, kuvvetlenmesi, çiçek açabilmesi ve meyve verebilmesi için önce yapraklarını dökmesi lazımdı. Kışın zorlu koşullarına dayanması, baskıda biraz daha olgunlaşması, kar ile köklerinin kuvvetlenmesi içindi bu dökülmeler… Yani doğadaki her vazgeçiş yeni başlangıç, daha güçlü bir kavuşmaydı aslında…
Peki, insan neden vazgeçerken bu kadar zorlanıyordu acaba?
Siz hiç yapraklarını dökerken mutsuz olan bir ağaç gördünüz mü?
Hangi ağaç ‘O benim yaprağım, veremem onu’ diyordu…
Ya da hangi ağaç “Çiçeğimin rengi de kokusu da çok güzel, veremem onu…” diyordu? Hiç, değil mi?
Peki, biz bu olaya her Eylül şahitlik ederken neye şahitlik ettiğimizin farkında mıyız acaba?
Her şey her şeye haber veriyordu ya, işaret ediyordu ya…
Ağaç da bu yenilenme süreciyle bana bir şey söylüyordu kendi lisanıyla değil mi?
‘Ey insanoğlu, sen neden hep aynı yerdesin? Neden yenilenemiyorsun?’
Azra “Kafamda deli sorular” diye mırıldandı ve devam etti…“Bir ağaç kadar olamadın Azra. Hadi bakalım, önce şu ağaç gibi bir hafifleyelim...” diyerek işe koyuldu.
Kıyafetlerini tek tek gözden geçirmeye başlamıştı. Gerçekten buna ihtiyacım var mı? diyerekten, ayıkladıkça ayıklıyordu. Ayıkladıkça da hem dolabı hem de zihni açılıyordu.
Sık giydikleri, bir yıldır giymedikleri, bir türlü fırsat bulup giyemedikleri, bir gün giyerim diye düşündükleri… Zayıflayınca giyerim, evlenince giyerim, ‘Amaan dursun lazım olur’ dedikleri…
Gerçekten yorulmuştu… Ve gerçekten utanmıştı…
Yahu…
İnsanlar aylarca tek kombinle hayatını devam ettirirken ben her günümün kombinini dert ediyordum.
Benim ‘Bu ayakkabıyla, bu çanta oldu mu?’ diye bir derdim varken insanların ayağına soğuk işlemesin, diye bir derdi vardı.
Hele Gazze’de… Aylardır tek ayakkabısı ayağındaki terliği olan kız çocuğunun hiç de öyle bir derdi yoktu. Ama hala benden daha ışıl ışıl gözleri vardı…
Geçen gün bir sanatçı “ALLAH'ın lütfettiği; dolabımı açtığım zaman yemeğim, harcayabileceğim bankada param, giyeceğim ayakkabım, gardırobumda onlarca kıyafetim varken mutsuzluk bana çok ayıp gibi geliyor” demişti.
Peki, nasıl tüm bunları görmeyip, bir illüzyonun içinde yaşıyorum? Nasıl kendimi bu kadar şükründen uzaklaştırmış, böyle düşünmeden davranmaya meylettirmiştim?
Utanma hissi arttıkça “Giyecek ne çok şeyim varmış aslında…” diye itirafta bulundu kendine.
Aynanın karşısına geçip ‘Bu kadar kıyafetin var ama gözünde, o, sadece terliği olan kızın ışıltısının binde biri bile yok sende’ dedi…
Evet… Kıyafetleri vardı. Ama ne şükrü ne de teşekkürü vardı…
Evet… Ayakkabıları, çantalar, rengarenk kıyafetleri vardı ama onlarla yaşadığı, anlatacağı, tek bir keyifli günü yoktu…
Geçen gün ‘Bir insanın sahip olduğu imkânın teması, yani bereketi miktarından önemlidir’ demişti arkadaşı. O zaman anlamamış hatta ‘Bana felsefe yapma’ diye kıza laf bile sokmuştu Azra. Oysa insanın, bir şeyin bereketini görebilmesi için önce onu kullanması gerekiyordu. Benim gibi sadece istifleyip durması değil…
ALLAH'ım…
Bu kadar kıyafetim var ama hayatıma hiçbir teması yoktu…
Bana hayatımda teması olmayan bu kadar yükü, neden taşıyorum ki?
Bunun hamallığını hem zihnim hem dolabım niye yapıyor ki?
Hem soyutta hem somutta yüklerim ne kadar da çokmuş…
Tam ağlamaya niyet etmişken Azra birden ayağa kalktı… Evet… Yüklerinden kurtulmanın zamanı gelmişti.
Artık her kıyafetinin hayatına keyifle bir teması olmalıydı. En azından her evden çıkacağında onu bu kadar yoracak kıyafeti olmayacaktı.
Azra bu keyifle, içine sinen kıyafetlerini dolabına yerleştirip geri kalanları da ihtiyacı olanlara vermek üzere özenle katladı.
İşlerini bitirdiğinde dolabına bakıp, "Oh ya... Rahatladım. Dolabımda amma da yer varmış." dedi. Keyfi yerine gelmişti. Camdan dışarı baktı. Hava kapalıydı ama içi güneşliydi. Yapraklarını dökerken yenilenen o ağaç gibi hissetti kendini. Yeni sezona hazırdı Azra. Sadece dolabında değil, hayatında da yer açılıyordu yavaş yavaş.
Çünkü azala azala çoğalmayı öğreniyordu…
8 Yorumlar
Hee hâlde kadınların en büyük derdi. Bugün ne giyeceğim. Elinize sağlık çok hoş bir anlatım olmuş
YanıtlaSilAzalmayı öğrenmek çok kıymetli bir cümle. Teşekkürler
YanıtlaSilKeyifle okuduğum bir yazı daha olmuş kaleminize sağlık 👏🏼
YanıtlaSilMiktar bereket ilişkisi çok ilginçmiş. Bu bilgi için çok tşk ederm
YanıtlaSilHepimizin ihtiyacı…
YanıtlaSilAzala azala çoğalmak.. ne hoş bir tabirdir bu 👏🏻
YanıtlaSilAzala azala çoğalmak... Azın bereketi, sadeliği, gerçekliği...
YanıtlaSilDoğadan deneyim transferi...
Yüklerden kurtulma zamanı :)
Şükür❤
Birçok gerçeği içinde barındıran bir yazı... Kaleminize sağlık 🌿
Azaltarak çoğaltabilenlerden olalım inşallah..
YanıtlaSil